Header Reklam
Header Reklam

Şehir Plancıları Odası Yönetim Kurulu Başkanı Necati Uyar: 'Afetten korunması amaçlanan halk, devlet eliyle afete uğrayacak!'

24 Temmuz 2012 Dergi: Mayıs-Haziran 2012

Devlete güvenerek ruhsatlı konut satın almış ya da yapmış yurttaşlardan, "afet riski" gerekçe gösterilerek 60 gün içinde evlerini yıkmalarının istenebileceğini belirten Necati Uyar, bunun büyük haksızlık olduğunu; yıkım ve onu izleyecek dönüşüm maliyetinin konut sahibine değil, "belirlenen riskin gerçek sorumlusuna" tazmin ettirilecek şekilde düzenleme yapılması gerektiğini belirtiyor. ŞPO Başkanı Uyar, kentlerimizin planlanmasında geçmişte ve 1999 depremi sonrasında jeolojik risklerin ne ölçüde dikkate alındığını ve Meclis?ten geçen yasanın uygulanmasıyla olabilecekleri sorularımız üzerine şöyle değerlendirdi:

e-Belediye: Ülkemiz şehirlerinin tasarlanmasında depremselliğin, jeolojik verilerin ve zemin özelliklerinin yeterince dikkate alındığını söyleyebilir miyiz?

Necati Uyar: Türkiye'de kentlerin planlanmasıyla ilgili mevzuat neyi gerektiriyorsa yıllardan beri o uygulanıyor. Bu kapsamda jeolojik veriler de kullanılıyor tabii. Ancak şu var: 1999 depremi öncesinde planlar, İller Bankası tarafından yapılan gözlemsel jeolojik etüdlere dayalı olarak yapılıyordu. Yani bir jeoloji mühendisi araziye gidiyor; toprak ve arazi yapısına, haritadan eğimlere bakıyor; risk taşıyan çok eğimli yerler varsa onları "yapı yasaklı alan" olarak belirliyordu. Bu kapsamda yine dereler, dere yatakları varsa, onları da işaretliyor, zemin yapısını katmansal olarak değil ama gözlemsel olarak etüd ediyordu. Ve tüm bu saptamalar, Türkiye'deki bütün planlamalar öncesinde kullanılıyordu. Ancak bu yeterli miydi? Hayır... 1999 depremini yaşadıktan sonra gördük ki, salt gözlemsel jeolojik etüd, yani bir zeminin alüvyon ya da kaya zemin olmasının saptanması bu iş için yeterli olmuyor. Sıvılaşma riski var mıdır, yok mudur, ya da alüvyonun derinliği ne kadardır, yeni alüvyon mudur, eski alüvyon mudur? Yapılaşmayı ve yapıların statiğini etkileyecek noktalar arasında bunların da yer aldığı anlaşıldığı için 1999 depreminden sonra yapılan mevzuat düzenlemeleri gereği, artık plan öncesinde jeolojik ve jeoteknik etüdler yapılıyor. Bunun eskisinden farkı şu: Kentlerin yeni yer seçimlerinde, kent gelişme alanlarının belirlenmesi öncesinde belli sayıda sondaj yapılarak zeminin niteliği biraz daha detaylı olarak öğreniliyor.

e-Belediye: Bu şehir plancısının işini de büyük ölçüde kolaylaştırıyor olmalı?

Necati Uyar: Jeolojik etüdler şehir plancısına öncelikle tercih edilmesi gereken yerleri verir. Zemini daha iyi olan yerlerde inşaat maliyeti daha düşük olacaktır. Çünkü zemini iyileştirmek için ayrı bir çaba gerekmeyecektir. Zeminin özelliğine bağlı olarak farklı ve daha ucuz temel sistemleri uygulanabilecek; belki kazık temel değil, radya temel yeterli olacaktır. Dolayısıyla zemin, aslında yapı maliyetini belirleyen bir unsurdur. Bu anlamda baktığında şehir plancıları eğer alternatif alanlar varsa, öncelikle zemini daha iyi olan alanlardan başlayarak bunları belirlerler. Ama işte tam da burada politika giriyor işin içine. Çünkü rant giriyor. Siz bir kentin gelişme alanını belirlerken eğer karar verici olarak politikacıyı, belediye meclisini belirlediyseniz, son kararı bir bakan ya da belediye başkanı verecekse, şehir plancısı ve diğer uzmanlar burada sadece teknik destek veren kişiler gibi algılanıyorsa, "Tamam, inşaatların maliyeti artarsa artsın, ama ben şu tarafın gelişmesini istiyorum!" gibi tercihlerin kullanıldığı da olacaktır. Dolayısıyla böyle bir sistemde bu sıkıntı hep yaşanacaktır. Yani aslında çok daha az hasarla atlatılabilecek depremler büyük hasarlara neden oluyorsa, yapılan bu yanlış yer seçimlerinin de bunda etkisi vardır. Özetlemek gerekirse; Türkiye'nin mevzuatında 1999 öncesinde var olan sistem, yeterli bir sistem değildi. Bunu kabul etmek gerekir. 1999 depremini yaşadıktan sonra Türkiye bunu düzeltti ve şu anda kent planlamaları jeolojik ve jeoteknik etüdlere dayalı olarak yapılıyor. 1999'dan sonra Bakanlık, bütün kent yönetimlerine genelgelerle dedi ki: "Bundan sonra yapacağınız bütün planlarda, plan revizyonunda, tadilatında, bu planlarda yapacağınız değişikliklerde önce bu etüdleri yaptırın, planınızın zemin yapısına bakın, koşulları buna göre belirleyin!" Ancak devam eden sıkıntı şu: Belediye, planını yenilemezse ne olacak? 1960?lı, 70?li yıllardan kalma planlarla, gözlemsel jeolojik etüdlere dayanan yüzlerce belediye ruhsat vermeye devam ediyor. Bunlar planlarını 1999 sonrası kurallara göre revize etmediler. Bu alanların zemin durumlarını, sakıncalı olup olmadıklarını bilmiyoruz. Bakanlık öncelikle bu konuya el atmalı, bu gidişi durdurmalıydı. Devlet bakış açısı bunu gerektirirdi çünkü. Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesiyle ilgili yasayla bunları yıkmayı göze alırken, bir taraftan da yenilerinin üretilmesi engellenmeliydi. Kaçak yapılaşma Türkiye'nin bütün kentlerinde hala hızla sürüyor. Aksini iddia eden varsa, hangi belediye sınırları içinde olursa olsun, dilediği an fotoğraflayıp kendisine iletebiliriz. Öyle bir sistem var ki elinizde; zeminden, fay hattından ya da yapım sisteminden kaynaklanan sebeplerle afet riskli yapı üretiyor... Ve bu yapıların ille de eski yapılar olması gerekmiyor: Ankara'da, hemen yanıbaşımızdaki Akpınar Mahallesi'nde depremden sonra, bugün geçerli olan en iyi mevzuata göre yapılmış yepyeni binalar kayıyor. Çünkü heyelan bölgesi olan, yapılaşmaya açılmaması gereken bir alanda inşa edildiler. Bugün sorumlusunu bile bulamıyorsunuz. Ve bu tür alanlarda yapılaşma devam ediyor. Yani siz afet riskli yapıları yıkmak üzere bu kanunu çıkarırken, sisteminiz arkadan yeni yeni afet riskli yapılar üretiyor. 10 yıkıyorsanız, sisteminiz arkadan 10 riskli yapı daha üretiyor. Bu yasada, bizim eskiden beri "sakınım planlaması" diye dillendirdiğimiz, yani afetten kaçınan bir planlama sistemi ve yapılaşma sistemi yok. Buna ısrarla girilmiyor, İmar Kanunu bu anlamda değiştirilmiyor. Yeni yapı üretilirken, gerçekten sağlam bir yapının elde edilmesi için gerekli kurallar oturtulmuyor. Hala belediye meclisleri kat artırıyor, hala belediye meclisleri istediği yeri planlayıp yapılaşmaya açıyor, hala heyelan riskli alanlarda, sıvılaşma riskli alanlarda yapılaşma devam ediyor.

e-Belediye: Van depreminden sonra alevlenen bir tartışma olmuştu: "Kayalık zemin / sulak alan" çelişkisi? Konuyu "Deprem öldürmez, zemin öldürür" şeklinde formüle ederek, kayalık zemine kurulan yapıların - statik durumu ne olursa olsun - depreme dayanacağını savunan akademisyenler olduğu gibi, doğru mühendislik uygulamalarıyla sulak zeminlerde de çok dayanıklı binalar üretilebileceğini belirten uzmanlar olmuştu. Bu konuda sizin düşüncenizi de alabilir miyiz?  Aynı zemin üzerinde çalışan teknik insanlar olarak, kentlerin depreme dayanımına katkınızın ne olabileceğini düşünüyorsunuz?

Necati Uyar: Her türlü zeminde yapı yapmak mümkün. Yapay adaları, su üzerine kurulan yapıları, deniz üstünde oluşturulan hava alanlarını bütün dünya kullanıyor. Öyle ki, bataklık zeminde bile, bu zemin özelliğine uygun olmak şartıyla, yapı yapılabiliyor. Biz plancılar, inşaat mühendislerinin her zeminde yapı yapabileceği gerçeğini kabul etmekle birlikte, bunun maliyeti artıran yönüne dikkat çekiyoruz. Daha ucuza ve daha güvenli yapılaşma şansı olan zeminler varsa, bizim tercihimiz öncelikle o alanlardır. Ama diğer yandan, "Burası Türkiye!" diyoruz ve her ne kadar kazık temelle her zeminde yapı yapılabilecek de olsa, Türkiye?deki kontrol mekanizmalarının yeterli olmayışına dikkat çekiyoruz. Deprem sonrası getirilen yapı denetim sistemi, yapıyı yapanın denetleme yapana ücretini ödediği bir sistem... Yani parayı denetlediğiniz kişiden alacaksanız, bu denetimde zaten sorun var demektir. O yüzden bizim önceliğimiz, daha ucuza ve daha sağlam yapının daha kolay yapılabileceği zeminler olacaktır. Ama Anadolu'daki kentlerin hemen hepsi ovalar üzerinde kurulmuş ya da ovaya yayılarak büyümüş kentler. Dolayısıyla alternatif bulmak kimi kentler açısından mümkün değil. Üstelik zeminden kaçmak, tüm kenti boşaltmak da ne derece doğru, bunun da tartışılması gerekir. Sakarya'da deprem sonrası farklı zemin özelliklerine sahip bölgelerde bir sürü yeni mahalle oluşturuldu, fakat Sakarya hâlâ yerinde duruyor, bu yeni mahalleler "kent"leşmiyor. Kent tarihten bugüne gelen bir yapı. Onun kolaylıkla terk edilmesi, hele hele büyükşehir büyüklüğüne ulaşmış bir kentin taşınıp başka bir yere götürülmesi çok çok zor. Baraj altında kalacak bir köyden değil de bir kentten söz ediyorsak eğer, bunu haritadan silerek başka bir yerde yeniden kurgulamak, yeniden oluşturmak hiç kolay olmasa gerek. Kaldı ki, onun maliyeti yapı maliyetlerinden çok daha fazla bir maliyet ortaya çıkaracaktır.

e-Belediye: Siz "Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesine Dair" Yasa'nın girizgâhında belirtilen amaca hizmet etmekten uzak olduğunu, devlet eliyle afet yaşanmasına neden olacağını savunuyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Halk ve kentlerimiz bu yasa sonrası en ağır sarsıntıları hangi yönlerden ve ne şekilde yaşayacak?

Necati Uyar: Evet, yasanın amacını doğru buluyor, ama bu amaç dışında yazılmayan amaçları var diyoruz... Yasa aslında afet riski açısından "Afet riskli yapı" ve "afet riskli alan" şeklinde iki ayrı tanım getiriyor. Ancak ikisinden de yasa metninde çokça söz edilmesine karşın tanımları yapılmamış. Afet riskli alan, örneğin sıvılaşma riski olan alüvyon zemin midir? Eğer öyle ise Sakarya'nın tamamını, Kocaeli'nin ovada kalan kısmını, İzmir'in Bornovasını tamamen kaldırmak gerekir. Bu şekilde sayabileceğimiz çok sayıda kent ve kent parçacığı var ülkemizde. Dolayısıyla Türkiye kentlerinin önemli bir bölümünü haritadan silip atmak gerekir. O nedenle afet riskli alan sözcüğünün tanımını mutlaka yapmak gerekir.

e-Belediye: Bu durum (tanımsızlık), ilerde ne gibi sonuçlar doğurabilir?

Necati Uyar: Birçok belirsizliğe neden olacaktır. Örneğin; Bakanlığın yetki verdiği bir belediye ya da yasayı kötü niyetle kullanacak herhangi bir Bakanlık, herhangi bir mahalleyi olduğu gibi ortadan kaldırabilir veya kaldırılmasını isteyebilir. İnsanlardan bir tek tebligatla evlerini yıkmalarını isteyebilir. Çünkü bu yasa - dünyanın hiçbir yerinde herhalde benzeri yoktur -  bir tek yazışmayla insanlara evini yıkmasını söyleyebiliyor. Ve bunu dayandırdığı yer, "afet riskli alan" gibi tanımı olmayan bir hüküm? Yani, "Ben zemininde test yaptım, burada sıvılaşma riski var, sıvılaşma riski afete neden olabilir" dese, dava açma şansınız yok, 60 gün içinde evinizi yıkacaksınız! Bu kadar sübjektif, hiçbir dayanağı olmayan, tanımlanmamış yetki olamaz. Karşı çıktığımız budur. Eğer "afet riskli alan" dendiğinde tam bir uzlaşma sağlanabiliyor ve bütün Türkiye bu sözcükten aynı şeyi anlıyor ise, hay hay, altına imza atalım, afet riskli alanların tamamını boşaltalım, yapıları da yıkalım! Buna varız. Ama afet riskli alandan siz başka, ben başka şey anlıyorsam, orada duralım. Orada bir sıkıntı var demektir; orada kişiye özel uygulamanın önünü açıyorsunuz demektir. Bu da çok tehlikeli bir şey. Yıkmak için hiç uğraşmanız da gerekmiyor; bir yazı yazıyor, "Evinizi yıkın!" diyorsunuz, elektriğini, suyunu, gazını kesiyorsunuz, yıkmazsa polis zoruyla çıkarıp yıkıyor ve bunun parasını da ona ödetiyorsunuz. Böyle bir uygulama olamaz. "Afet riskli yapı" için de aynı şey söz konusu? Hatta onun içeriğinde daha da vahim şeyler var: "Afet riski taşıyan yapı ya da ekonomik ömrünü tamamlamış yapı?" diye geçiyor.  Ancak ekonomik ömrü tamamlanmış yapının tanımı yok. Bununla ilgili olarak örneğin, "Türkiye standartlarında bir yapının ekonomik ömrü, getireceği kira bedelinin 100 katıdır" gibi bir tanım yapılmış olsa, tamam... Ama hiçbir tanım yok...

Kültür varlıklarının korunma zırhı ortadan kalkıyor?

Eğer ekonomik ömrü tamamlanmış yapı tanımını koymadan bunu yıkma gerekçesi olarak koyarsanız, bunu açıklamak kolay olmaz. Ekonomik ömrünü tamamlamış yapıyı, afet riski taşımıyorsa niye yıkıyoruz? Ekonomik ömrü sona ermiş dediğiniz yapıların önemli bir bölümü bu ülkenin kültür varlıklarıdır... Bu ülkede harap durumda, içinden kullanıcısı çıkmış binlerce, on binlerce tescil edilmiş, koruma altına alınmış, kültür varlığı niteliğinde yapı var. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu şunu söylüyor: "Bunlar yıkılsa da, belgelerden ulaşılıp aynısı yeniden yapılacaktır! Yani yaksan da, yıksan da kurtuluşun yok, bunlar ülkenin kültür varlığıdır, önemlidir; devlet olarak ben bunları koruyacağım!" Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesi Kanunu ise ekonomik ömrünü tamamlamış yapının yıkılmasını öngörüyor. İzmir'in Alsancak'ına gidin, Osmanlı döneminden kalma onlarca cumbalı yapı terkedilmiş olarak duruyor... Dolayısıyla "ekonomik ömrü sona ermiş yapı" ifadesi kültür varlıkları açısından gerçek bir risktir. Bunlar taş yapılardır, onarılmaları kolaydır; ama "ekonomik ömrü sona ermiş" lafını koyduğunuzda, hele de yasanın devamındaki "Uygulanmayacak yasa hükümleri" bölümüne 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu?na da koyduğunuzda, iş bitmiş demektir. Bu yasa bu yönüyle kültür varlıklarının geçmişten beri var olan korumasını, zırhını da ortadan kaldırmaktadır.

e-Belediye: Riskli yapıların belirlenmesine ilişkin prosedürün yasadaki şekli de tartışıldı. Halk riskli yapıları bedelini ödeyerek tespit ettirecek. Risk tespitine itirazı yedi kişilik bir komisyon değerlendirecek, bu heyetin kararı değiştirilemeyecek, yürütmeyi durdurma kararı verilemeyecek... Yargıya başvuru hakkının engellenmesi Anayasa?ya aykırı değil mi?

Necati Uyar: Bence aykırı. Hukuk yollarına başvurma haklarını kısıtlayan her türlü düzenleme Anayasa'ya aykırıdır. İnsanların hakkını arama hürriyetini engellememek gerekir. Peki ama bu düzenleme nereden çıktı? Pratik uygulamalarda davaların uzun sürmesi ve projelerin engellenmesi gerekçe olarak gösterilebilir. Meclis Komisyonu'ndaki görüşmelerde bunu söylediğimiz zaman karşıdan gelen cevap şuydu: "Ama insanların canı söz konusu!" Yani deprem olabilir, bu yapılar yıkılabilir ve içinde de insanlar ölebilir deniliyordu. Böyle baktığınız zaman haklılık payı var. Ancak yasanın kapsamında sağlam yapılar da var, ekonomik ömrünü tamamlamamış yapılar da var, sağlamlığı tartışmalı yapılar da var. Yani komisyonun "sağlam değil!" dediğine, başka bir üç-beş kişilik ekibin "sağlam" diyebileceği, "Şu şekilde güçlendirilebilir" diyebileceği yapılar var... Yasa, bunu tartışma hakkını ortadan kaldırması, bu anlamda hukuka başvurma yolunu kapatması nedeniyle bence Anayasa?ya aykırıdır. Ayrıca cevabı verilmemiş çok önemli bir soru daha var: Ve asıl soru bence odur: Yenilenmesi gereken milyonlarca yapıdan söz ediliyor. Bakan bey geçtiğimiz günlerde televizyonda 6.5 milyon adet afet riski taşıyan yapıdan söz etti. Bu rakam neye dayanıyor, bilmiyorum. Ama ben bu 6.5 milyon rakamını çok inandırıcı bulmuyorum. Çünkü hiçbir mühendislik hizmeti almadığı bilinen, projesi olmayan, ruhsatı olmayan milyonlarca yapı var Türkiye'de. Bu kaçak yapıları da mutlaka hesaba katarak bir rakam söylemek gerekir. Düşünsenize, Türkiye kentlerinin önemli bir bölümünden söz ediyoruz: İstanbul'un, Ankara, İzmir'in çok önemli bir bölümünün projesi yok, mühendislik hizmeti almamış, ruhsatı yok... Bu çeşit yüzbinlerce, milyonlarca kaçak yapı var ve insanlar içinde oturuyor. Bu yapılara ilişkin tavır nedir? Bunların sağlam olup olmadığını alınmış izinlerine veya ruhsatına bakarak test edemezsiniz. Ruhsatı yok çünkü. Betonundan numune alarak da sağlamlığını test edemezsiniz. Belki betonun sağlamlığını tespit edersiniz, ama bütün sistemin doğru kurulup kurulmadığını, statik sistemin doğru olup olmadığını, demirinin uygun olup olmadığını göremezsiniz. Nasıl yapıldığını bilmediğiniz, hiçbir denetimden geçmemiş, belgelenmemiş bu kaçak yapılar afet riskli yapı mıdır, değil midir? Bu sorunun cevabı verilmedi. Bu soruyu ısrarla sorduk biz bütün basın açıklamalarımızda... Bunun açıklanması gerekirdi. Bu evler hiç yok mu sayılıyor? Yapı sahipleri, "Benim yapım sağlam mı, değil mi?" diye sormak için uzman firmalara gidip soracaklar. Hangi uzman, hangi cihazla, hangi bilgi ile kaçak yapılmış bir yapının sağlamlığını test edebilir? Nasıl test edecek? Hiçbir yöntemi yoktur bunun. Elde bir statik proje yok ki, bir ruhsat yok ki... Hiçbir denetim yapılmamış, içinde kullanılan malzeme, zemin bilinmiyor... En önemli şeylerden biridir, kolondaki etriyelerin sıklığı... Statik projedeki gibi yapılıp yapılmadığı... Projesiz yapılmış, ruhsatsız yapılmış yapılarda, "Doğru mu yapılmış?" diye neye bakarak kontrol edecek? Gazetelere yansıyan o magazin haberleri, yok "röntgen çekmeler" vs. bunların tamamı uydurmadır. Ben çok merak ediyorum: Bu yapılarla ilgili olarak "Sağlamdır, afete dayanıklıdır" diyebilecek bir tane uzman çıkacak mı? Çıkmayacaktır. O nedenle bu yasa gereğince Türkiye?de ruhsatsız yapıların tamamının yıkılması gerekmektedir. Ama bu konuyla ilgili hiçbir açıklık bulunmamaktadır. Ve ilginçtir, bu yasayla eş zamanlı olarak Orman Kanunu?nun 2-B maddesinde anılan, orman dışına çıkarılmış alanlarla ilgili yasa da TBMM?den geçirildi. "2-B" demek İstanbul Sultanbeyli demektir, ya da Antalya Kepez demektir. Koskoca ilçelerden söz ediyoruz yani... 2-B Yasası?yla kaçak olarak yapılmış olan tüm yapılara kat mülkiyeti tapusu vermenin önü açıldı. Ne gariptir ki, bu yasayı Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesi Yasası?yla yanyana getirip okuduğunuzda görüyorsunuz ki; biri kat mülkiyeti tapusu verirken, diğeri tek bir tebligatla "60 gün içinde" aynı evin yıkılmasını isteyebiliyor. Bu eylemi günlük hayatta herhangi bir kişi yapacak olsa, doğrudan nitelikli dolandırıcılığa girer: Şahsa diyorsunuz ki, "Para yatır, arsayı al, harçlarını yatır, sana kat mülkiyeti tapusu vereceğim!" Kat mülkiyeti tapusu vermek, "O evde yaşamana devam et!" demektir zaten. Tapuyu böylece verdikten sonra da kendisine bir yazı yazarak, "Evin kaçak yapıldığı için afet riski taşıyor; bunu 60 gün içinde yıkman lâzım! Yıkım masrafını da kendin ödeyeceksin!" diyeceksiniz... Niye o zaman kat mülkiyeti vaadiyle bir sürü masraf, bir sürü harç ödetiyorsunuz bu insanlara? Bu noktada yine sormak gerekiyor: Herhangi bir projesi olmadan üretilmiş bu kaçak yapıların afet riski taşıyıp taşımadığını uzmanlar neye göre belirleyecek? Asıl soru bu. Ve böylesi tartışmalı bir ortamda insanların dava açma hakkı da olmayacak!

e-Belediye: Ayrıca 2-B?lerden elde edilecek satış gelirleri, kentsel dönüşüme finansman kaynağı olarak dile getiriliyor. Ancak kanunda bu işin finansmanının ? yıkım ve yeniden yapım masrafları bakımından - büyük ölçüde vatandaşa havale edilmiş olduğu görülüyor. Peki devlete finanse edecek ne kalıyor?

Necati Uyar: Geçenlerde televizyonda Fatih Altaylı, Çevre ve Şehircilik Bakanı?na bu konuyu da sordu: "Siz neyi karşılayacaksınız?" dedi. Bakan Bey diyor ki: "Kira yardımı yapabiliriz..." O da bir olasılık... Yani tersinden okursanız, "yapmayabiliriz" diye de anlayabilirsiniz. Herkes kendisi yıkacak binasını... 6.5 milyon konut... Kendisi yıkacak, kendisi yapacak. 2-B arazilerindekilerin durumu daha vahim: Onlar toprağa yeniden para ödeyecek, bir de harçları ödeyecek, tapu alacaklar vs... Ondan sonra bunu yıkacaklar, tekrar aynı yere yapacaklar. Aynı yer olabilirse tabii... Ayrıca 2-B'den toplanan paranın kime nasıl verileceği de çok önemli... Devlet eğer bütün vatandaşlarına eşit uzaklıkta ise; vatandaşın birine, "Sen evini yık, kendin yeniden yap!" derken, diğerini yıkıp yapı yerine yapı mı verecek? Bu da belirsiz. 2-B gelirlerinin kentsel dönüşümde ne şekilde kullanılacağını yasa net olarak ortaya koymuyor. Yasaya bakarsanız, yapılacak olan altyapı yatırımları dahi bu projelerde vatandaşa ödetiliyor. Benim tahminime göre, 2-B'den gelen paralar buraya aktarılacak, ama burada daha fazla para ortaya çıkabilir, o nereye aktarılır, bilemiyorum. Yani bu yasanın kazancı, 2B'ninkinden daha fazla olabilir.

"Devlete güvenen zarar edecek. Bunun tazmin edilmesi gerekirdi?"


e-Belediye: Ülkemizde son yıllarda bankalardan konut kredisi kullanarak çok sayıda aile ev sahibi oldu. 10-15 yıllık geri ödemelerle kredi kullananlar oldu. Bu insanların durumuna dair bir şerh, bir anımsama belirtisi görebildiniz mi bu yasanın içinde? Daha kredi geri ödeme sürecinin başında ya da ortasındayken, oturduğu binanın yıkılması istendiğinde bu insanlar ne yapacak?

Necati Uyar:
Bu konu TBMM'deki Komisyon toplantısında bizim de dile getirdiğimiz konulardan biriydi. Şöyle söyledik: Bu yasa sisteme güvenen insan ile sistemi reddeden insan arasında hiçbir ayrım yapmıyor. Bu ne demek? Ben vatandaş olarak bir ev satın almaya karar verdiğimde belediyeye gidip araştırıyorum. Projesi güzel, ruhsatlı yapılmış, bütün koşullarıyla imar planına uygun görünüyor. Sorduğumda belediye de onaylıyor; "Evet, ruhsatlı yapıdır" diyor. Bunun üzerine ben 15-20 yıllık borç altına girerek varımı yoğumu bu eve yatırıyorum. Siz böyle bir insana, "60 gün içinde bu evi yık!" diye tebligatta bulunabiliyor, yıkım parasını da ona ödetebiliyorsunuz. Tersine, devlete hiç güvenmeyen, kaçak yapı yapan insana da aynı davranıyor. Yanyana iki tane yapıyı düşünün: bir tanesi projeli ?ruhsatlı olarak yapılmış, değeri 100 lira. Yanında da kaçak yapı var: 30 lira... Bunları eş zamanlı olarak satın alan vatandaşlar arasında yıkım sonrası hiçbir fark olmayacak, bu yasa uygulandığı takdirde... Devlete güvenen 100 lira, diğeri 30 lira kaybedecek. Devlete güvenen daha çok zarar edecek. Bunun ayrımı yok yasada. Tazmin edilmesi de yok. Ruhsatlı yapının yıkımına gerekçe gösterilecek 'afet riski'nin sorumlusu kim olacak? Müteahhit mi tazmin edecek bunu, belediye mi ödeyecek? Yok. Belki beş yıllık, belki üç yıllık yapı. Bu yapı afete dayanıksız çıkarsa, sorumluluğu yine vatandaşın sırtına yıkıyor. Niye? O kişi bu evi satın alırken devlete güvendi, belediyeye güvendi, ruhsatlı yapı satın aldı... Yandaki kişi ise kaçak yapı satın aldı, ya da yaptı; onunla bunun arasında hiç fark yok yasada. Üstüne üstlük, devlete güvenen çok büyük zarara uğruyor. Böyle bir şey olamaz. Ruhsatlı ev alıyorum diyerek 10 yıl, 20 yıl süreyle borç altına girmiş kişiye, "Evini yık!" yazısı geldiğinde ruh halinin ne olabileceğini düşünün; intiharlar başlar... Böyle bir uygulamayı kabul etmek mümkün değil. Niye bunu telafi edecek bir tazminat maddesi yok? O zaman 2B satışlarından sağlanacak parayı buraya mı vereceksiniz? Ya da hata neredeyse, neden o yapı afet riskli ise, en baştan orayı yanlış planlayan plancı mı verecek, mimar-mühendis mi verecek, müteahhit mi verecek, belediye mi verecek, Bakanlık mı? Bununla ilgili bir hüküm yer almıyor yasada. Böyle bir düzenlemenin yönetmelikle yapılma şansı da yok.

"Müteahhit yaklaşımını terk etmek gerek!"


e-Belediye: Afet riskli yapıların yıkılıp yerlerine yenilerinin yapılmasıyla ilgili olarak yasada belirtilen prosedürleri en baştan itibaren kısaca değerlendirir  misiniz? Yapıların riskli olup olmadığının saptanmasıyla ilgili süreci kim, nasıl başlatacak örneğin, oradan başlayalım...?

Necati Uyar: Bakanlık örnek proje alanları seçecek ve belli yerlerde onları yapacak. Ama milyonlarca yapının bulunduğu Türkiye ölçeğinde afet riskli bütün yapıları tek tek bulma şansı yok. Dolayısıyla kişiler kendileri gidip, Bakanlığa başvururlarsa yapılarını kendileri yenileme şansı olacak. Diyelim ki, oturduğunuz binada beş mülk sahibi varsa, bunlar bir araya gelecek, "Bizim yapımız afet riskli. Bunu yıkıp yenisini yapmak istiyoruz" diyerek Bakanlığa başvuracak... Bu şekilde yapıyı kendileri yenileme şansına sahip olacak. Bu işi onlar açısından cazip hale getirmek üzere birtakım imar hakları verileceğinden söz ediliyor. Kat artışı gibi... Bu son derece saçma, son derece yanlış bir uygulama. İstanbul Fikirtepe'de böyle bir model emsalleri artırarak denendi. Bu, özünde 10 daire yapılabilecek yere 20 daire yapılabilmesini sağlayıp 10'unu müteahhide, 10'unu da eski arsa sahiplerine verebilmek üzerine kurulu bir model... Ama (Fikirtepe örneğinde) verilen emsal değerlerine baktığınız zaman, normal insanın yaşaması mümkün olmayan mekanlar ortaya çıkacağı kolayca görülebiliyor. Çünkü Belediye Meclisi'nden geçen kararda yükseklik sınırlaması yok. İstediğiniz yükseklikte yapı yapabiliyorsunuz, emsal 5.5'i buluyor. Bu şu demek: 100 metrekare arsanız varsa, üzerine 550 metrekare inşaat yapabilirsiniz! Biz mesela bu bölgeden gelen bir projeyi inceledik. Yaptığımız hesaplar, burada yapılacak herhangi bir yapının 30 katın altında kalması halinde kurtarmayacağı yönündeydi. Ancak 76 katlı bir yapı yapacak ki, makul bir bahçesi olabilsin! Ancak Başbakan, "Burada 80 metreden daha yüksek yapı olmasın!" dediği için proje revize edilmiş; 76 katlı proje, iki tane 27 katlı blok haline dönüştürülmüş. Bu da şu demek: 10 metrelik bir yol, yanında yola sıfır yükselen 27 katlı, 70-80 metre yüksekliğinde bir duvar...  İnanılmaz bir manzara... Bu alanlar işte bu şekilde yaşanabilir alanlar olmaktan çıkıp, çağdaş kentsel cezaevlerine dönüşmektedir. Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesiyle ilgili bu kanunda da Fikirtepe örneğine benzer şekilde, artı imar hakları verilerek kentsel dönüşüm işinin çözülebileceği gibi bir yaklaşım söz konusudur. Bunun son derece yanlış olduğunu düşünüyoruz. Nedenini şöyle açıklayayım: Örneğin, "Ankara?da afet riski taşıyan yer neresidir, nereden bu işe başlamak gerekir?" diye bana soracak olsalar; benim vereceğim adres, 11-12 katlı, yığma, kaçak yapılardan oluşan Demetevler semti olacaktır. Tamamı riskli olan, bulundukları arsanın tamamına oturmuş vaziyetteki bu 11-12 katlı yapılar için bölgede vereceğiniz hiçbir imar emsaliyle (yani kâr getirerek müteahhide de daire kalacak bir sistemle) bunları yıkıp yeni yapı yapma şansınız yok. Herkese aynı büyüklükte yeni bir daire vermeye kalktığınızda, eskisini yıkıp aynısını yeniden yapmanız gerekir! 11-12 katlı yapıyı aynı zemin üzerinde 24 kata çıkarırsanız da, zaten yaşanmaz olan kent parçacıklarını iyice öldürmüş olacaksınız. Dolayısıyla bu da mümkün değil. Fakat Dikmen'deki tek katlı gecekonduyu 400 metrekare de arsası varsa, yıkmak çok kolay. İçinde oturanın boğazını sıkıp yıkar, güzel bir arsa elde eder, üstüne de üç emsal (3 x 400 metrekare) verirseniz 1200 metrekare inşaat hakkı elde ettiniz demektir. 120 metrekaresini kaçak yapı sahibine verdiğinizde, size de ferah ferah dokuz daire kalır! Ama tabii bu kolay hesap... Ankara Büyükşehir Belediyesi ve diğer belediyelerin yaptığı hep budur. Mamak?'a da, Çankaya'da da, Altındağ'da da bu yapılıyor. Biz Komisyon'da şunu dile getirdik: Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, "Gerçekten bu yasayı uygulayacağım, gerçekten kentsel dönüşüm yapacağım" diyor ve inandırıcı olmak da istiyorsa, adres bellidir: Demetevler... Bunu Sayın Bakan'a da söyledik: "İyiniyetli olduğunuzu düşünüyoruz, ama inandırıcılık sorununuz var. İyiniyetli olduğunuzu göstermenin yolu, Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin tek katlı gecekondu alanlarını sonraya bırakıp, kentsel dönüşüm işine Demetevler'den başlamasıdır. Çünkü en az afet riski taşıyan yapılar tek katlı gecekondular... Üstüne iki briket düşmekle insan ölmez. Ama 11-12 katlı bir blok yıkılırsa; yüzlerce, binlerce insanı Demetevler'de kaybederiz. O nedenle devlet eğer 2-B arazi satışlarından gelecek parayla bir şey yapacaksa, Demetevler'i yenilesin!" Ne var ki, bu konularda tatmin edici yanıtlar alamadık. Bu yenileme sisteminin nasıl olması gerektiği konusu gerçekten sıkıntılı... "Üç katlı binayı yık, yerine altı katlı bina yap!" diyerek bu işler çözülmez. Tek katlı gecekondu alanlarında imar hakları vererek çözebilirsiniz ama 5-6 katlı yapıların olduğu yerlerde çözemezsiniz. Bursa'da Yalova yolu çevresine inin; dört-beş katlı kaçak yapıların olduğu ovada kurulmuş kocaman bir bölge var orada... Afet riski arıyorsanız orasıdır. Ama hadi gidin yapın bakalım. Yapamazsınız. Çünkü emsal zaten dört-beş... Verebileceğiniz maksimum emsal değer zaten şu anda kullanılıyor, dolayısıyla bunun üstüne çıkma şansınız yok. Bakan Bey de televizyonda, "Benden öyle 3.5 - 4 emsaller filan beklemesinler!" dedi. Ki, gerçekten 2 emsalin üzeri konut alanı için kullanılabilir ve yaşanabilir bir ölçü değildir. Yaşanabilir olmaktan uzaklaşır, konutlar çok yüksek yapılmak zorunda kalınır; çok sıkışık, çok yoğun olur. Bir alanda yoğunluk zaten 3 ise burada dönüşüm için müteahhit hesabıyla, yık-yap-sat hesabıyla dönüşüm yapamazsınız. Burada kamu katkısı gerekir. O zaman da müteahhide ya da yapım şirketine gidecek paranın sübvanse edilmesi, devlet tarafından karşılanması gerekir. Ancak o zaman gerçekten insanları kurtarma şansı olur. 

" ?İnşaat sektörü teklerse, krize gireriz? anlayışı hakim!"


e-Belediye: Bu sübvansiyon ile ilgili nasıl bir model uygulanabilir? Öneriniz olabilir mi?

Necati Uyar: Burada kamunun mutlaka devreye girmesi gerekir. Şöyle: Kaçak olmayan, devlete güvenerek yapı yapmış, konut sahibi olmuş olanlar için, doğrudan devlet güvencesiyle ve binada saptanan afet riskinin sorumlusu kim ise, bizzat ona tazmin ettirmek şartıyla bu işe girişilmeli; yasa o şekilde düzenlenmeli... Kaçak yapılar için de barınma hakkını dikkate alan daha farklı bir düzenleme yapılabilir: Bunlarda devletin katkısı belki altyapı ve işi kolaylaştırma, arsa üretme yönünde olabilir. Ama şu müteahhit hesabından mutlaka vazgeçmek gerekiyor: "Yıkalım, yerine daha yüksek yapı yapalım. 10 dairenin yerine 20 daire yapalım!?, ya da Kuzey Ankara Projesi?nde olduğu gibi ?çıkardığımız insan sayısının üç katı insanı oraya yerleştirecek bir proje yapalım! Üçte biri eski sahiplerinin, üçte biri yapımcı firmanın olsun; üçte biri de bize kalsın, kâr edelim!" mantığından devletin vazgeçmesi, bu müteahhitlik hesabından uzaklaşması gerekiyor. Ki, zaten borçlu olan insanları yeniden borçlandırmadan bu sistem işleyebilsin... Ama bunun da yasanın yazılmayan amacına aykırı olduğunu görüyorum. Bence yasanın yazılmayan amacı, insanların borcunu artırmak, hiç borcu olmayan milyonlarca insanı da borçlandırmak pahasına, bankacılık ve inşaat sistemini yürütmektir. Ben bütün bu düzenlemelerin arkasında "İnşaat sektörü durmasın, durursa ekonomik krize gireriz!" düşüncesini okuyorum. Çünkü Türkiye?de konut satın alma potansiyeli olan herkes konut aldı. Borçlanma riskini alabilecek olanlar vs... yazlığını aldı, hafta sonu evini aldı vs... Buna rağmen hala ciddi bir konut stoğumuz var. Son iki yıldır verilen ruhsat sayısı satışlardan fazla. Eskiye oranla daha çok yapı yapıyor, daha az satıyoruz. İşler tersine döndü; inşaat sektöründe bir sürü söylenti geziyor, firmaların battığına, batacağına dair... Bir taraftan da kabul etmek gerekiyor ki, inşaat sektörü ekonominin lokomotif sektörü... Yeni ev demek, yeni perde, yeni zemin döşemesi, yeni mobilya, yeni alışveriş demek... Bu yönüyle bütün sektörleri ilgilendiriyor. Bunu kabul etmekle birlikte, sadece böyle bir bakış açısıyla yasanın düzenlenmesini çok doğru bulmuyorum. Yasayla yapılmış olan düzenleme, deprem korkusu, afet riski vs?yi de kullanarak insanların borçlandırılması üzerine kurgulanmış bir sistem getiriyor.

e-Belediye: Yasaya göre, 'Afete maruz bölge' olarak ilan edilen yerlerdeki mesken ve işyerleri afet tehlikesi olmayan bölgelere taşınacak. İhtiyaca göre Hazine'nin ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının taşınmazlarından tahsis ve devir yapılabilecek... Bu da vahim bir düzenleme olarak eleştiri konusu oldu...

Necati Uyar: Gerçekten de... Bizim plancı olarak en çok üzerinde durduğumuz maddelerden biri de bu. Yasanın kapsamı içinde afet riskli yapı ve afet riskli alanların yanısıra bir de "rezerv konut alanları" var. Bu şu demek: Afet riskli bir alan var diyelim, o alanı boşaltacak ve insanları bir yere taşıyacaksınız. İşte o alanlara "rezerv alan" diyoruz. Evet, böyle bir alan olmalı. Ki, insanlar güvenli bir yerlere taşınabilsin. Ama "rezerv alan" tanımlamasını yasanın "bu kanun kapsamında uygulanmayacak diğer yasa hükümleri" bölümüyle birlikte okuduğumuzda görüyoruz ki, Orman Kanunu bu yasa uygulamalarında geçerli olmayacak, Mera Kanunu geçerli olmayacak! Dolayısıyla herhangi bir orman arazisi, herhangi bir mera alanı rezerv alan ilan edilebilir duruma geliyor. Diğer taraftan Kıyı Kanunu da geçerli olmayacak. Biliyorsunuz, şu anda Türkiye'de Anayasa Mahkemesi kararına da uyularak, kıyıdan sonraki ilk 50 metrede sadece yeşil alan yapılabiliyor, ikinci 50 metrede ise sadece günü birlik tesis yapılabiliyor. Kıyı Kanunu bunları kısıtlıyordu. Ama rezerv konut alanı oluşturmak için kıyı kanunu geçerli değildir lafını okuduğumuz zaman anlıyoruz ki, bu kanun Türkiye'nin bütün kıyılarının doldurulup konut alanı yapılması şansını veriyor şu anda... Böyle bir şey olamaz, böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Bu kanuna göre, şu anda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Karadeniz'i olduğu gibi doldurup düz ovada şehir kurmasına hiçbir engel yoktur. Son dakikada Komisyon'da önergeyle eklendi ve Boğaziçi Kanunu da geçerli olmaktan çıkarıldı. Yani artık Boğaz da doldurup "rezerv konut alanı" ilan edilebilir, yapı yapılabilir durumda. Bu haliyle baktığınızda, yıkılacak yapıların taşınacağı yerlere ilişkin düzenleme bence çok vahim. Evet, böyle bir alan olmalı; ama insanlar niye mera alanlarına, niye kıyılara, niye ormana taşınsın? Anadolu toprağında bunlardan başka yer kalmadı mı? Aynı şekilde Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu da bu yasa uygulamaları kapsamında uygulanmayacak. Dolayısıyla Doğal SİT'ler, kültür varlıkları, kentsel SİT'ler de, arkeolojik SİT'ler de bu kapsam içine giriyor. Yani örneğin Efes'i düzleyip TOKİ'ye vermek artık mümkün. Hiçbir yasal engel yok şu anda önünde. Dünyaya verecek bir yanıt bulabilse, isteyen bir belediye başkanı ya da Bakan bunu yapabilir duruma geldi yapılan düzenleme ile...

Kentler bu araç sayısını kaldırmadığı için?


e-Belediye: Şehirlerimizin her yanında belli konseptlerde siteler, şehir adacıkları oluştuğunu görüyoruz. Geleneksel kent yaşamının hayli uzağına düşen bu yapılaşma tarzını siz nasıl görüyorsunuz?

Necati Uyar:
Bunu iki yönden okumak gerekiyor. Çünkü bir taraftan da şöyle bir sorunumuz var: Kentlerimizin büyük bölümü, mevcut araç sayısına göre dizayn edilmiş kentler değil. Türkiye?de bugün görev yapan plancıların eğitim aldığı dönemlerde öğretilen "dört aileye bir araçlık otopark" ayrılması zorunluluğu çok gerilerde kaldı artık... Şimdi geldiğimiz nokada, özellikle kentlerin varsıl kesimlerinde, "her aileye en az iki araçlık kapalı park yeri" öneren sitelere doğru yönelme olduğunu görüyoruz. Konutların el değiştirmesi ve sitelerin tercih edilmesinin önemli nedenlerinden bir tanesi de bu anlamda bir konfor beklentisidir. Çünkü araç park edecek yer yok kentte. Bunu yaratamıyorsunuz. Oysa bu konuda acil müdahale gerekiyordu. Her kentin, örneğin Ankara Büyükşehir'in bir otopark çözüm arayışı olmalıydı. Bu da en başta ulaşımı kolaylaştırmakla olur. İnsanı araç almak zorunda bırakmayacak bir ulaşım sistemini, yani metroyu hızla geliştirmek, alınması gereken önlemlerden birincisidir. Siz şu anda Ankara'nın 40 km ötesine -Temelli yakınlarına - TOKİ tarafından konut yapabiliyorsunuz, ama bu insanların neyle gidip geleceğine dair hiçbir tasarımınız ve yatırımınız yok! Oraya iki saat yol alacak şekilde otobüs koymayı düşünüyorsunuz... Konut alanlarıyla işyeri ilişkisini kurmayan, ulaşım konusuna çözüm getirmeyen bir plan kararı olabilir mi? Kentlerimizin eksik kaldığı nokta maalesef budur. Çağdaş raylı sistemler kentlerimizde ne yazık ki gereği gibi kurgulanmadı, yapılmadı. Dolayısıyla herkes özel araca yönelmek durumunda kaldı ve ciddi bir otopark sorunu baş gösterdi. Bu süreçte önce kaldırımlar işgal edildi, sonra evlerin ön-yan-arka bahçeleri otopark haline geldi ve çocukların çıkacağı yer de kalmadı. İnsanların güvenle çocuğunu çıkarabileceği bir bahçe ve sokak kalmayınca orayı terketmek için haklı nedenler kendiliğinden oluşmuş oluyor. İşin ikinci yönü de güvenliktir tabii ki. Sonuçta bu tür arayışlar siteleri kolay çözüm olarak getirdi. Çünkü otopark sorununu çözüyor, çocuk bahçesini içinde barındırıyordu... Ama bu da giderek kapalı toplumu getiriyor, komşuluk ilişkilerini yok ediyor. Bu ikisinin ortasını bulmak üzere çalışma yapmak günümüzde bir zorunluluk halini aldı. Bu aynı zamanda mesleğimizin de önemli çalışma konularından biridir. Konfor gereksinimini, aynı zamanda da çocuğun güvenliğini sağlayan bir planlamanın nasıl olması gerektiği konusuna kafa yormak ve bu doğrultuda yeniden planlama yapmak zorundayız. Bunun için en başta yoğunlaşmanın önüne geçmek gerekiyor. Ancak bu noktada da yine afet riskli alanların dönüştürülmesi yasasıyla çelişiyoruz. Çünkü bizim söylediğimiz bu düzenleme, nüfusun artmasını değil, azalmasını, otoparkların, yeşil alanların, çocuk bahçelerinin oluşturulmasını gerekli kılıyor. Ama yasanın mantığı, emsal artışı yoluyla 10 yapıyı 20'ye çıkarırken, araç ve çocuk sayısını da otomatikman artıracak şekilde kurgulanmış... Binaları yükselterek bahçe açmak vs. konuşuluyor ama bu emsaller geldiğinde ne bahçe kalacak, ne okul alanı ne de otopark...

 


Etiketler


Slider Altına