“Ben bir cennette yaşadığımı düşünüyorum”

Seferihisar, şairin “eline sağlık Tanrım, dünya çok güzel olmuş” dizelerini istemsiz bir şekilde mırıldanmanıza vesile olan yerlerden biri. Çok güzeldir ki “ben bir cennette yaşadığımı düşünüyorum” diyecek kadar Seferihisar’ı seven bir de belediye başkanına sahip: Tunç Soyer. “Derya içinde olup deryanın farkında olmayan balıklar gibi” yaşamaktan kurtulmak gerektiğinin altını çizen Tunç Soyer, bunun da yolunun çok çalışmaktan, çok üretmekten ve çok paylaşmaktan geçtiğini söylüyor.
Seferihisar’da siz “belediyecilik “ kavramını nasıl tanımlıyorsunuz?
Yekten söze şöyle gireyim: Mevzuat sınırları içerisinde değiliz. “Başkan ne yapar, meclis üyeleri ne yapar, hiyerarşi nasıl olmalıdır” gibi işleyişleri biz zaten biliyoruz. Bunlar, yapılması zorunlu olanlar. Ancak asıl vatandaşı ilgilendiren işler, o mevzuatta tanımlanmayanlar. Sonuçta insanlar oy kullanırken mevzuatı bilerek kullanmıyorlar. Bizde “şehremini” diye bir gelenek var. Vatandaş, “bu şehri ben sana emanet ettim” diyor. “Suyundan, toprağından, havasından, kadınından, çocuğundan, köpeğinden, hülasa her şeyinden sen sorumlusun” diyor. Dolayısıyla biz, o mevzuatın sınırları dışında, kentin yaşam kalitesini nasıl yükseltiriz, bu kentin insanlarının kişi başına düşen milli gelirini nasıl artırırız gibi dertlere sahibiz. Barış içinde, huzurlu ve insanlarının içerisinde yaşıyor olmaktan gurur duyacakları bir kent oluşturmak. Ben, bunu “belediyecilik” olarak görüyorum, bunun peşindeyim vebunu yapmaya çalışıyorum.
“İnsanın hızı ile hazzı arasında bir ters orantı vardır”
Cittaslow (Sakin Şehir) meselesine bir giriş yapalım isterim. Siz Türkiye’deki Sakin Şehirler’in başkenti konumundasınız da aynı zamanda. Bu Sakin Şehir üyeliği size neler katıyor?
Aslında bunun arkasında son derece derin bir felsefe var. Bu çağın baş belası iki fetişi söz konusu: hız ve büyüklük. Yani biz ne kadar hızlıysak, ne kadar büyüksek o kadar makbul olduğunu düşünüyoruz. Hâlbuki insanın hızı ile hazzı arasında bir ters orantı vardır. Hızlandıkça ve doğanın ritminden uzaklaştıkça aslında mutsuz oluyoruz. İnsanoğlunun 70 bin yıllık macerasının son 12-13 bin yılı tarımla geçmiş, onun öncesinde avcılık ve toplayıcılık yapılmış. İnsan, on binlerce yıl boyunca doğanın ritmiyle uyumlu bir hayat sürmüş. Avcılık ve toplayıcılık demek, yaşamını ancak doğayla uyumlu olabilirse sürdürebilir demektir. Dolayısıyla insan, on binlerce yıl doğayla uyumlu yaşamış. Ta ki tarımın keşfine kadar. Tarımla beraber o hızın dışına çıkabileceğini keşfetmiş. O hızın dışında çıktıkça da daha çok hızlanması gerektiğini görmüş. Bu hız serüveni de en son beton ve plastikten yapılmış bir takım yuvalar kurmamıza, oralara kendimizi hapsetmemize kadar gitmiş. Dolayısıyla mutsuz bir hayat sürüyoruz.
Bu hız ve büyüklük fetişlerinin karşıtı olarak insanlar, özgürleşebilmek için bir yığın arayış içerisine girmişler. Çünkü bu çağ, her ne kadar insanları köleleştirse de aynı zamanda özgürleştirmenin de ipuçlarını taşıyor. İşte Cittaslow da (Sakin Şehir) o özgürleşme arayışlarının sonucunda ortaya çıkan bir yaşam modeli, yaşam tarzı. Bir yemek hareketi olarak başlıyor ve bu hareket, fast-food karşıtı olduğu için ismine Slow Food diyor. 10 yıl sonra da bu, bir kent hareketine dönüşüyor. Dört tane İtalyan belediye başkanı bir araya geliyor ve kriterleri tanımlıyorlar. Diyorlar ki, bu kriterlere sahip kentler Slow City ya da orijinal adıyla Cittaslow olur. 1999’da başlayan bu uluslararası hareket, 10 yıl sonra Seferihisar ile beraber memleketimize geldi. Bugün, 30 ülkede 229 kentin üye olduğu bir birliğe dönüşmüş durumda. Türkiye, en çok Sakin Şehir olan ülkeler sıralamasında 4. sırada. Ben her daim şunu söyledim, söylüyorum: Türkiye bir Sakin Şehir cenneti aslında. Farkında değiliz ama Türkiye, dünyanın en güzel Sakin Şehirlerine sahip. Dolayısıyla da aday kentimiz çok var. Yavaş yavaş yaymaya çalışıyoruz. Daha çok kente ulaşmak için çabalıyoruz. Şu anda dahi Türkiye’nin tüm coğrafyasına yayılmış vaziyette 14 kent var. Bunlar Türkiye’nin en güzel kentleri. Velhasılıkelam bu bir insanca yaşam modeli. Hız ve büyüklük fetişi karşısında başka bir hayatın, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren bir model. Aynı zamanda da uluslararası bir marka olduğu için, tüm dünyada bilinirliği artıran, bu bağlamda turizme teşvik eden bir model. Seferihisar da bütün bunların nimetlerinden yararlanan bir kent.
“Köylünün tarlasıyla kentlinin sofrası arasında güçlü bir bağ olmak zorunda”
Tarım konusu açılmışken, tarım politikanızdan biraz bahseder misiniz?
Sakin Şehir olmak için 72 tane kriter var. Bunlar arasında bizce en önem kriter, yerel ürünlerin teşvik edilmesi. Üreticinin önündeki engellerin kaldırılması çok önemli. Biz de bu doğrultuda ne yapabiliriz diye kafa yorduk ve dört başlıklı bir tarım politikası belirledik. Birincisi, üreticiye ürününü satabilmesi için pazarlar kurmak. Bizim kurduğumuz pazarların bir kuralı vardır, sadece kendi ürettiğini satabilirsin. Dışarıdan mal alıp satılmasına izin vermeyiz. Böyle olduğu için de işgaliye almayız. Bu sayede üretici daha çok üretmenin peşinden koşuyor zira yaptığı her satış direk cebine giriyor. Bu mutfakta üretim olabilir, atölyede üretim olabilir, tarlada üretim olabilir… Önemli olan bir şeyleri üretmektir, katkı sunmaktır. Biz de bunu teşvik ediyoruz.
İkinci başlık, küçük üreticileri bir araya getirmek. Aksi takdirde haklarını koruyamıyorlar, savunamıyorlar ve mağdur oluyorlar. Onun için birlik ve kooperatifler önemli.
Üçüncüsü, ürünü mutlaka işlemek. O ürünü tarım ürünü olarak bıraktığınız zaman para etmiyor. Mutlaka işlemeli ve öyle sunmalısınız.
Dördüncü ve son başlık ise yerli tohuma sahip çıkmak. Yerli tohuma sahip çıkmak zorundayız çünkü bu toprakların belki de en büyük özelliği, en büyük zenginliği yerli tohumudur. Tarımın, “bereketli hilal” denilen bu coğrafyada doğduğunu biliyoruz. İnsan elinden tohumun toprağa düştüğü ilk coğrafya burası. Fakat bakıldığında biz köyleri kapatıyoruz mesela. 16 bin köyü bir gecede kapatıverdik, mahalle hâline getirdik.
Köylü yaşarsa kentli yaşayabiliyor. Köylünün tarlasıyla kentlinin sofrası arasında güçlü bir bağ olmak zorunda. Biz de o bağı kurmak için çalışıyoruz. Dolayısıyla tarım bizim en temel önceliğimiz. Yaptığımız bütün çalışmalar bu dört başlıklı politikanın ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bunu da bir model hâline getirmek istiyoruz. Gittiğimiz her yerde anlatıyoruz. Sonuçta bu, her kent yöneticisinin yapabileceği bir model. Eğer bu sistem devreye sokuluyorsa o kentte yerli üretim, küçük üretim çoğalıyor ve çoğaldıkça da birçok toplumsal sorun kendiliğinden çözülüyor. Köyden kente göç azalıyor, işsizlik azalıyor, ailenin içinde kadının rolü artıyor… İşte böyle olumlu etkileri görülen zincirleme bir politika izliyoruz.
Ve özellikle mandalina üzerinde yoğunlaşıyorsunuz değil mi?
Mandalina, tarım anlayışımızın en önemli ürünlerinden biri. Seferihisar, bir büyük mandalina bahçesidir. Mandalina bizim çok büyük bir zenginliğimiz. Ancak ne yazık ki üretici yaptığı üretiminin karşılığını tam manasıyla alamıyor. Üretici açısından 1 kilo mandalinanın satış fiyatı 20 yıldır 50 kuruş ila 1 lira arasında değişmiş. Bu zaman zarfında ekonomik anlamda neler yaşandı neler. Fakat şu değişmedi: 20 senedir mandalina üreticisi giderek yoksullaştı. Dolayısıyla bizim ne yapıp edip hem mandalina üreticisini bir çatı altında toplamamız gerekiyordu hem küçük üreticiyi teşvik etmemiz gerekiyordu hem de ürünün yan ürünlerini geliştirmemiz gerekiyordu. Bu anlamda biz kuru mandalinayı ortaya çıkardık. Mandalinayı kurutarak, raf ömrünü uzatacak, katma değerini artıracak ve böylece pazarlama gücünü yükseltmeyi başaracağız. İki küçük fırınla başlamıştık, bu yaz bunu büyük bir fabrikaya dönüştüreceğiz. Seferihisar’ın toplam rekoltesi 50 bin ton civarında. Biz bunun 5 bin tonunu kurutmayı hedefliyoruz. Burada tabii bizim rolümüz sadece öncülük etmek. Dilerim ki bölgede başka yatırımcılar da heveslensinler ve onlar bu işe kalkışsın. Belediye öncülük görevini yerine getirmiş olsun.
Malumunuz yaz ayları geldi çattı. Seferihisar yaz mevsimini kalabalık geçiren tatil yörelerinden biri. Nasıl bir turizm sezonu bekliyorsunuz?
Ülkemizdeki konjonktür turizm konuşmamızı maalesef engelliyor. “Avrupa pazarı” dediğimiz Almanya, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerden ülkemize turistlerin gelmesi, on yılların emeğinin bir sonucu olarak başarılmıştır. Bu turist rakamlarına on yıllarca süren çalışmalar neticesinde ulaşıldı. Ancak şimdiye baktığımızda Avrupa pazarının bir günde bıçak gibi kesildiğini görüyoruz. Bu, Türkiye turizmi için çok ağır bir sonuç yaratacağa benziyor. Belki de önümüzdeki yıllar boyunca bu durum toparlanamayacak. Verilen tahribat o kadar büyük. “İsrailliler gelsin, Hintliler gelsin, Çinliler gelsin” gibi düşüncelerle bu pazarın mevcut durumunu düzeltemezsiniz. Bunlar öyle “şıp” diye oluveren hikâyeler değil; büyük bir emek, büyük bir maliyet ve büyük bir zaman gerektiriyor. Bunlar, üzerinde çok çalışması gereken meseleler. Gidip oralarda kapı kapı dolaşmanız, para harcamanız, tanıtım yapmanız gerekiyor. Velhasılıkelam bu çok sancılı bir iş ve ne yazık ki Türkiye, önümüzdeki yıllar boyunca turizmde çok ağır bedeller ödeyecek. Onun için ne biz ne yapıp edip küçük ölçekli turizmi yaşatmalıyız. Seferihisar ölçeğinde bir kentin yapabileceği de budur. O yüzden bizim mesela Sığacık Kaleiçi’nde yıllardır süregelen bir hikâyemiz var. Kaleiçi dediğimiz tarihi kentsel bölgeyi,şimdi içinde pansiyonların olduğu bir yere dönüştürdük. Şu an 27 tane küçük, butik otelimiz var. Bunların çoğu ev tipi pansiyonlar. Sığacık’ta yaşayan insanların bu sektörden para kazanmasını sağlamak istiyoruz. Bu sektöre yönelimi özendirmek niyetindeyiz.
Bununla beraber agro-turizm için çalışmalar yapıyoruz. Toplamda 9 tane çok güzel köyümüz var. Bu köylerde tarımla turizmin buluştuğu bir model yaratma çabamız söz konusu. Bunun için birkaç girişim var; onların da bu yaz sonuçlarını alırız, meyvelerini toplarız diye düşünüyorum. Ulamış’ta bir Eko-köy kuruluyor. Gödence’de yine küçük ev tipi pansiyonculuk çalışmaları var. Aynı şekilde Gölcük’te de bu tarz çalışmalar başladı. Bütün bunları teşvik etmek çok önemli. Zira bu iş, çok uzun soluklu bir iş. Yüzlerce kilometre sahili olan, tarihi açıdan çok zengin bir ülkede turizmin kitle turizmi dışında yaşayabilmesi için yapılacak çok şey var. Biz de onlara bu ölçekte talibiz.
“Derya içinde olup deryanın farkında olmayan balık gibi yaşıyoruz”
Herkesin malumu, iklim değişikliği denilen bir bela söz konusu. 2015’in sonlarına doğru bir Paris Anlaşması imzalandı ancak şu ana kadar adımların ağır atıldığını görüyoruz. İklim değişikliğiyle mücadelede en önemli başlıklardan bir yenilenebilir enerji. Sizin de Seferihisar’da yapmış olduğunuz yenilenebilir enerji projeleri var. Özellikle jeotermal ve güneş. Bu başlıkta neler yapıyorsunuz?
Paris’teki İklim Zirvesi’nin biraz gölgede kalan ama aslında çok önemli bir boyutu var. Bu zamana kadar bu zirve ve bunun gibi zirveler hep hükümet yöneticileri arasında gerçekleşirdi. Paris İklim Zirvesi’nde ilk defa bunun böyle emir-komuta zinciri içerisinde hallolacak bir mesele olmadığı anlaşıldı. İklim değişikliğiyle mücadele tek tek bireylerin, yerel yönetimlerin katılmasıyla, ikna olmasıyla aşılabilecek bir sorun. Dolayısıyla ilk defa böyle bir zirveye belediye başkanları davet edildi ve başkanlar zirvede katılımcı oldular. O nedenle Paris’teki kararların uygulama kabiliyeti başka birçok uluslararası zirveye göre çok daha fazla. İnsanlık şunu anladı ki, bu tür global sorunlar aslında yerelden çözülebilir. Yoksulluk, iklim değişikliği, enerji, çevre gibi meselelerin hepsi aslında yerelde çözülmesi gereken meseleler.
Dediğiniz gibi, Seferihisar olarak bizim jeotermalle ilgili bir çalışmamız var. Biz, bu topraklarda derya içinde olup deryanın farkında olmayan balıklar gibi yaşıyoruz. Bu bölge bir “jeotermal cenneti” aslında. Toprağın dibinde muazzam bir kaynak var (60 derecelerden 150 derecelere kadar değişen). Daha da önemlisi bu kuyular, denizle buluşan kuyular. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir özellikten bahsediyoruz. Pırıl pırıl bir deniz ve yanında da termal su. Eğer bunu görüp de değerlendirmiyorsanız ya cahilsiniz ya da hainsiniz. Bunun başka bir açıklaması olamaz. Dolayısıyla bunu aşmak gerekiyordu. Biz, kendi kapasitemizde bir çalışma yaptık. Bir kuyu açtık, o kuyuyla ilgili bir dağıtım hattı planladık, sonra bunun için bakanlıktan bir kaynak bulduk, o kaynakla birinci etap dağıtım şebekesini tamamladık ve ilk olarak geçtiğimiz günlerde 3 farklı otele suyu ulaştırdık. Şimdi de ikinci etabın ihalesine çıktık. Beş etaplık bir proje bu. Zaman içerisinde bütçemizi oluşturdukça söz konusu beş etabı tamamlayacağız. O kuyunun suyunu bu proje çerçevesinde dağıtacağız. Temel amaçlarımızdan biri bunu serada kullanmak. Zira tarımda farklılığı yaratabilecek ve maliyeti düşürecek bir zenginlik bu. Bir diğer amaç da termal otellerden ziyade termal alanlar yaratmak. Tek tek otellere termal hüviyeti kazandırmanın çok doğru olmadığı düşüncesindeyiz. Çok maliyetli bir iş, astarı yüzünden pahalı oluyor. Biz, tek tek otelleri termal yapmaktansa termal alanlar yapıp o otellerin müşterilerine de hizmet verecek bir ağ oluşturmak niyetindeyiz. Bu, bizce daha doğru. Bununla ilgili bir projemiz var ve hayata geçireceğiz. Jeotermale çaba harcamaya devam edeceğiz.
Güneşe gelince, bir güneş enerjisi üretim-tüketim kooperatifi kurduk. Zannediyorum Türkiye’de bu anlamda kurulmuş 9-10 kooperatif var. Belediyelerin öncülük ettiği kooperatif olarak da bizim dışımızda yanılmıyorsam 1-2 tane var. Bunun manası şu: Çiftçi, öğrenci, esnaf, memur her kim olursa olsun, bizim bu insanların güneş enerjisinden faydalanmasını sağlamamız lazım. Hem bu kentin temiz enerji üretmesini sağlamak hem de bu üretimden insanlara para kazandırmak zorundayız. O nedenle kooperatif kurduk. Herkesi üye yapmayı hedefliyoruz ki sayıyı 2 bin kişi olarak belirledik. Tüm bunların ötesinde ilk hedefimiz 5 MW’lık güneş tarlası kurmak. Ondan sonra çatı tarafında çalışmalar yapmak istiyoruz. Zorlu Grubu gibi firmalarla görüşmeler yapıyoruz. Hülasa, tepemizdeki güneşi katma değere dönüştürmenin peşindeyiz. Hem iklim değişikliğiyle mücadele konusunda bir adım atmamızı hem de bundan üreticinin para kazanmasını sağlayacak bir model kurmak amacındayız.
“Burası bir cennet”
Kültürel faaliyetler de bir belediye için olmazsa olmazlardandır. Siz bu konuda neler yapıyorsunuz?
O başlıkta da sonsuz bir ufuk var aslında. Kültür, sanat, edebiyat, müzik gibi kavramların olmadığı bir hayatı düşünün, ne kadar kuru, yavan, tatsız olurdu. Bu kavramlar, insanı besleyen, dinlendiren, yaratıcılığının önünü açan olgular. Bizim bunlarla insanlarımızı buluşturmamız elzem. Bu manada hakikaten ne yapsak az. Onun için en çok çocuklarla uğraşıyoruz. Çocukları, çok farklı branşlarda, okullarda verilmeyen bir takım kurs başlıklarında topluyoruz. Viyolonsel çalan, keman çalan, bateri çalan çocuklarımız var mesela. Çocuklarımızı sanatla, edebiyatla, kültürle, şiirle, fotoğrafla, karikatürle ve daha niceleriyle buluşturmaya çalışıyoruz. Çünkü ne yazık ki bunlar müfredatlarımızda yok. Biz o boşluğu doldurmaya çabalıyoruz. Bu boşluklar doldukça geleceğe umutla bakmak mümkün oluyor. Onun için daha yapacak çok şey var ve yapacağız.
Kadınların üretime dâhil edilmesi konusu da çok kritik. Seferihisar bu anlamda oldukça iyi bir durumda değil mi?
Çok sık söylenir ama hakikaten öyledir; kadınlar bu toplumun öncüleridir. Başka bir yaratıcıkları var, başka bir bastırılmış zenginlikleri var. Bunlar açığa çıktığında ne denli müthiş bir zenginlikle iç içe olduğunuzu görüyorsunuz. Biz erkek egemen bir toplumuz ve o anlamda da çok güdüğüz. O güdüklük ve o kütlük ancak kadınlarla aşılıyor. Kadınlar toplumda ne kadar rol alıyorsa, yer alıyorsa toplum o kadar olumlu yönde değişiyor. Kadınlar toplumu yönlendirmeye başladığında müthiş bir değişimin önü açılıyor. Kadınlar çok muazzam bir potansiyel taşıyorlar. Yeter ki biz engel olmayalım. Onlar zaten koşmaya hazır ve koşuyorlar.
Pek tabii eksik bulduğunuz yanlarınız da vardır. Bunlar neler ve nasıl aşmayı düşünüyorsunuz?
Yönetime, vatandaşımızı daha çok katmamız gerekiyor. Bu konuda yetersiziz. Kanallar açmamız gerekiyor ama gelin görün ki yapamıyoruz, eksik kalıyor. Daha çok anket yapmamız, daha çok soru sormamız, daha çok davet etmemiz lazım. O konuda sınıfta kalıyoruz diyebilirim. Bu konuda yapmamız gereken çok şey var. Ama eminim ki çocuklarla, gençlerle, kadınlarla beraber bu eksikliklerimizi gidereceğiz.
Son olarak şunu sorayım: Hayalinizdeki Seferihisar nasıl bir yer?
Hayalimdeki Seferihisar aslında gerçekteki Seferihisar; burası bir cennet. Ne kadar koruyabilirsek aslında o kadar iyi bir şey yapmış olacağız. Tabii ki hayatı bulduğumuz gibi bırakmamamız gerekiyor. Yaşadığımız hayata atacağımız bir çentik mutlaka var. Ancak bu, korumaktan yana olmalı, tahribatı engellemekten yana olmalı. Çünkü gürül gürül tahrip eden bir hayat akıyor. Yok etmeye, tüketmeye dair bir hayat akıyor. Onun karşısında durabilmek, o cenneti koruyabilmek çok ama çok önemli. Son olarak ben de şunu söyleyeyim: Ben, cennette yaşadığımı düşünüyorum.
Can Yücel Tohum Merkezi
Seferihisar Belediyesi tarafından 7 sene önce kurulan Can Yücel Tohum Merkezi’ne dair detaylı bilgiyi merkezin sorumlusu Aylin Bostan’dan aldık. Aylin Hanım, neler yaptıklarını şöyle anlattı: “Can Yücel Tohum Merkezi 2010 yılında kuruldu. 5553 sayılı yasayla yerel tohumların yasaklanması bizi bu merkezin kurulmasına götürdü. 2010 yılında Tohum Takas Şenliği düzenlendi. Şenlikten önce de Seferihisar’a bağlı 9 köye, tohum barı dediğimiz sandıklar yerleştirildi. Köylülerden ellerinde bulunan yerel tohumları sandıkların içine bırakmaları rica edildi. İlk tohumlar o şekilde toplandı. Ardından Tohum Takas Şenliği yapıldı. O topladığımız tohumlarla yola çıktık, o günden bu güne kadar ulaştık. Elimizde şu an için 280 civarında tohum mevcut. Ancak bunların içinde henüz denemediklerimiz de var. Deneyip de yerel tohum olmadığı anlaşılanlar da var. Çünkü elimizde bir laboratuvar yok. Tohumları sadece deneyerek, geleneksel yöntemlerle çoğaltıyoruz. Çoğalttığımız tohumları da öncelikle buradaki üreticilere veriyoruz. Onlara hem fide hem de tohum desteğinde bulunuyoruz. Takas yapıyoruz ama bunu da şart koşmuyoruz açıkçası. Dağıtım daha fazla oluyor. Zira karşı tarafın elinde tohum olmayabiliyor. O yüzden biz bir şart sunmuyoruz, illa ‘bize tohum getireceksin’ demiyoruz. Öğrencilerin işin içinde olduğu projelerimiz de var. Öğrenciler, merkezimizin bahçesinde hem tohum ekimini öğreniyorlar hem de toprakla çalışıyorlar. Okullarında da bahçeleri var. Burada birlikte ürettiğimiz fideleri onlar gidip bahçelerine dikiyor ve bakımını yapıyorlar.
Topan Karakılçık Buğdayı’na ayrıca bir paragraf açmak isterim. Tohumunu, bu civardaki köylerden birinde yaşayan bir üreticiden bulduk. Bu sene 80 dönümlük bir alana Karakılçık Buğdayı dikildi. Yine geçen sene Muğla’dan Kuşkonmaz tohumu geldi. Onun ekimini yaptık, çoğaltıyoruz. Merkezimize gelenlere bu tohumları veriyoruz. Bunun yanında bir de 10 bine yakın takipçisi olan bir Facebook sayfamız var. Takipçilerimiz mesaj yoluyla bize tohum istediklerini söylediklerinde onlara da gönderim yapabiliyoruz. Adreslerine ücretsiz gönderim yapıyoruz, sadece kargo ücreti ödüyorlar o kadar. En az altı çeşit olmak üzere, 8-10 çeşitlere kadar gönderim yapabiliyoruz. O anki stok durumumuza göre değişiyor. Bizim tohumları saklama gibi bir düşüncemiz asla yok. Her yıl üretim yapıyoruz ve ürettiğimiz tohumları ‘sıfır’ denebilecek noktaya kadar dağıtıyoruz. Sadece üretimimize yeter bir miktarda olması bizim için kâfi. Asıl üretim yerimiz Turgut Köyü’nde. Bir de köyler belediyelere bağlanıp mahalle statüsüne alındıktan sonra belediyelerin kendilerinin tahsis ettiği alanlar var. Tohumları oralarda üretiyoruz”.