Gelecek İstanbul Depremi: Bilimsel ve Sosyal Çerçevesi
Prof. Dr. A. M. Celal Şengör
İTÜ Maden Fakültesi
Jeoloji Mühendisliği Bölümü
Amerikan Jeoloji Servisi jeofizikçilerinden Ross Stein, rahmetli Aykut Barka ve Kaliforniya Eyaleti’nin Riverside şehrindeki üniversitenin jeoloji profesörlerinden James Dieterich İzmit depreminden önce 1997yılında, bugüne kadar Kuzey Anadolu Fayı boyunca olan depremlerin yarattığı gerilme birikimini basit bir Columb modeli ile değerlendirerek, İzmit Körfezi’nin büyük bir tehlike altında bulunduğunu söylemişlerdi. Bunu hem saygın uluslararası bir yerbilimi dergisinde İngilizce olarak hem de Türkiye’de bir popüler bilim dergisinde Türkçe olarak yayımladılar. Bu yayınların halkımız ve yöneticilerimiz üzerindeki etkisi tam bir sıfır oldu. Sonuç ise bildiğimiz iki trajedi.
17 Ağustos İzmit ve 12 Kasım Düzce depremleri, 1999 yılında binlerce vatandaşımızın ölümüne, milyarlarca liralık malın heba olmasına sebep olmanın yanında bizlere çok daha büyük bir tehlikeyi hatırlattı. Bir sonraki deprem Marmara Denizi içinde olacaktır ve çok büyük bir ihtimalle İstanbul’u ciddi şekilde tahrip edecektir. Bu bilginin bilim insanlarını ilgilendiren iki yönü var: 1. Doğa bilimleri açısından gelecekteki deprem veya depremlerin muhtemel özelliklerini tahmin etmek ve bunun için gerekli araştırmaları yapmak. 2. Gelecek depremin âfet yönetimi açısından incelenerek gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamak. Bunlardan birincisi büyük bir başarıyla yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. İkincisi ise karşımıza aşılması hemen hemen imkânsız sorunlar çıkarıyor. Bu aşılması imkânsız gibi görünen sorunların kaynağı halkın ve ilgililerin yeterli bilgiye sahip olmamasıdır. Bu bilgi eksikliği vurdumduymazlığı, adamsendeciliği, kaderciliği yarattığı gibi, toplum yönetiminde yanlış davranışların kaynağı olmakta ve sonuç olarak depremin tehdidi her gün giderek artırılmaktadır. İstanbul'daki imar faaliyeti ve bunun neticesi gelişen trafik yoğunluğu ve keşmekeşi bir deprem anında her türlü kurtarma faaliyetini büyük ölçüde felce uğratacak düzeye gelmiştir. Bunun tek sebebi bilgisiz bir yönetici kitlesi ve onların faaliyetlerinin son derece tehlikeli sonuçlarını göremeyen bir halkın mevcudiyetidir.
Bu kısa notumda ben önce doğa bilimsel çalışmalarını özetleyecek, sonra da sosyal çerçeveye bir göz atacağım.
17 Aralık ve 12 Kasım depremlerinden bu yana öğrendiklerimiz
Aslında İstanbul'un büyük bir deprem tehlikesi altında olduğunu anlamak için, 1999 depremlerini beklemeye gerek yoktu. Daha 1944 yılında iki MTA jeologu, Necdet Egeran ve Erwin Lahn, 1939 yılından itibaren sık aralıklarla olan depremlerin merkez üslerinin giderek batıya kaydığını göstermişler, İhsan Ketin ve Franz Rösli de 18 Mart 1953 Yenice-Gönen depremi hakkında yazdıkları makalelerinde bu gözlemi desteklemişlerdi. 1967 Adapazarı depreminden sonra, İzmit ve İstanbul'un topun ağzında olduklarını bilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Hatta daha önce, İzmit rafinerileri planlanırken, buradaki büyük deprem tehlikesine jeologlarca dikkat çekildiğini ben rahmetli İhsan Ketin'den dinlemiştim. Ne yazık ki yayımlanmamış olan o raporları ben göremedim. Amerikan Jeoloji Servisi jeofizikçilerinden Ross Stein, rahmetli Aykut Barka ve Kaliforniya Eyaleti’nin Riverside şehrindeki üniversitenin jeoloji profesörlerinden James Dieterich İzmit depreminden önce 1997 yılında, bugüne kadar Kuzey Anadolu Fayı boyunca olan depremlerin yarattığı gerilme birikimini basit bir Columb modeli ile değerlendirerek İzmit Körfezi’nin büyük bir tehlike altında bulunduğunu söylemişlerdi: Bunu hem saygın uluslararası bir yerbilimi dergisinde İngilizce olarak hem de Türkiye'de bir popüler bilim dergisinde Türkçe olarak yayımladılar. Bu yayınların halkımız ve yöneticilerimiz üzerindeki etkisi tam bir sıfır oldu. Sonuç ise bildiğimiz iki trajedi.
Ve arkadan o aslında beklenen, ama oldukları an Türkiye'yi halkı ve yöneticileri ile şoke eden 1999 depremleri geldi. Bu depremden sonra gene her zamanki gibi üniversitelerin ve MTA'nın jeologları araziye koşarak deprem yapılarını haritaladılar ve Kuzey Anadolu Fayı yapı kataloğuna pek çok ve gerçekten pek enfes yapı örnekleri eklendi.
Bu arada önemli bir gelişme, levha tektoniği kuramının yaratıcılarından büyük Fransız deniz jeofizikçisi ve aziz dostum Profesör Xavier le Pichon'dan bana hemen 17 Ağustos 1999 İzmit depreminin akabinde gelen bir telefondu: Xavier telefonda deprem hakkında bilgi istedi. Ben de kendisine telefonda verilebilecek bir bilginin asla tatminkâr olamayacağını, mümkünse kendisinin gelip yapıları ve hasarı yerlerinde görmesini tavsiye ettim. Xavier hiç gecikmeden bir-iki gün içinde geldi ve beraberce Gölcük'ten Adapazarı'na kadar bir günlük bir gezi yaparak oluşmuş olan yapıları, meydana gelen hasarı ve gözler önüne serilen trajediyi inceledik. Fayın Gölcük doğusunda ve batısında denize girdiğini gören Xavier bunun büyük bir fırsat olduğunu ve Marmara altında devam ettiği kuşkusuz olan fayın deniz jeolojisi yöntemleriyle incelenmesi gerektiğini söyledi.
Fayların haritalanması deniz altında, deniz üstündekinden daha kolaydır. Bunun sebebi deniz üzerinde yapılacak sismik yansıma çalışmalarının ucuzluğu ve basitliğidir. Elde edilen yansıma profilleri, fayın yapısı dimdik olmadığı sürece, fayın çok hassas bir resmini çıkarır. Biz de derhal hem Fransız deniz araştırmaları kurumu IFREMER'e hem de Avrupa Birliği’ne müracaat ederek araştırma projeleri sunduk. Bunun ilk meyvesi IFREMER'e ait Le SuroTt araştırma gemisinin gelmesi olmuştur. Bu geminin görevi, Marmara Denizi'nin tabanının 1/50.000'lik haritalarını çıkararak fayın detaylı yüzey ifadesini, dolayısıyla güzergâhını ve varsa, kollarını tespit ederek haritalamaktı. Gemi ayrıca yandan bakabilen bir sonar cihazı ile de donatılmış olduğundan çok detaylı taban topografyası çıkarabiliyorduk.
Bu ilk çalışmanın şefleri Xavier ve bendim. Gemide Fransız bilim insanları ve teknisyenlerine ilaveten İTÜ'den, MTACJan ve Deniz Kuvvetleri'nden bilimsel personel vardı.
Ortaya çıkan manzara gerçekten dehşet vericiydi. Fay Marmara'nın altında tek bir kol halinde İzmit Körfezi'nden çıkarak Adalar istikametine dönüyor, Küçük Çekmece güneyinde de istikametini batı-güneybatıya çevirerek, 1912'de büyük bir deprem üretmiş olan Şarköy-Mürefte fayına ulaşıyordu (Şekil 1).
Bu, İstanbul'un gerçekten büyük bir tehlike altında olduğunu gösterdi ve bu durum uluslararası yayınlar ve Türkiye'de yapılan basın toplantıları ve televizyon konuşmaları ile hem yöneticilere hem de kamuoyuna duyuruldu. Toplanan tüm veriler yasa gereği Türk Deniz Kuvvetleri, Seyir Hidragrafi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı’na seferin hemen akabinde teslim edildi.
Bu ilk sefer daha pek çoklarına yol açtı ve tüm bu araştırmaların mali desteği (yanılmıyorsam şu anda bu destek 70 milyon Euro'yu geçmiştir). Avrupa ve biraz da Amerika'dan geldi. Türkiye'nin bu çalışmalara yaptığı mali katkı yok denecek kadar azdır.
Yapılan araştırmalar şu hedeflere dönüktü:
- Fayın güzergahını, bu güzergah boyunca yapısını ve mümkünse meydana getirdiği yatay ve düşey ötelenmeyi tespit etmek.
- Fayın en son hangi depremde kırıldığını bulabilmek.
- Fay boyunca gaz ve sıvı çıkışlarını tespit edip izleyerek zaman içerisinde bunların karakter ve hacimlerinde değişiklik olup olmadığını saptamak.
- Marmara Denizi içindeki yer kaymalarını tespit ederek bunların yapılarını, hacimlerini ve mümkünse oluş tarihlerini belirlemek.
- Marmara Denizi içindeki yapıların tsunami yaratma özelliklerini modelleyebilecek verileri derlemek.
Doğrudan depreme yönelik bu çalışmaların yan ürünleri de Marmara Denizi'nin son on bin yıllık tarihini detaylı olarak incelemeye imkan verecek doğrudan stratigrafik ve sedimantolojik gözlemler için karot almak oldu. Bu karotlardan geçtiğimiz onbin yıl içindeki iklim salınımları tespit edilebildi ve sismik yansıma profillerindeki bilgilerle birleştirilince Marmara ve çevresinin buzul çağlarındaki eski coğrafyası elde edildi. Bu bilgilerin günümüzdeki şiddetli ve hızlı iklim salınımlarını ve dolayısıyla insanlığın geleceğini anlamak konusundaki değerlerine paha biçilemez.
Ayrıca insanlı (Nautile) ve insansız (Victor) denizaltı araçları ile daha önce haritalanan yapılar insan gözüyle de incelendi.
Tüm bu araştırmalar daha önce sadece Deniz Kuvvetlerimiz tarafından kendi amaçlarına dönük olarak haritalanmış olan ve dolayısıyla jeolojisi hemen hemen hiç bilinmeyen Marmara Denizi'nin birdenbire dünyanın en iyi bilinen iç denizlerinden biri olması neticesini doğurdu. Bu durum, özellikle Kandilli Deprem Araştırma grubunun yaptığı deprem mühendisliği çalışmalarıyla bir araya konunca, İstanbul'u nasıl bir felaketin beklediği konusunda aklı başında ve bilgili insanların içinde en küçük bir şüphe kalmadı.
Şekil 2’de Marmara içerisindeki fayların en son bilgilerimize göre bir haritasını sunmaktadır.
Kasım 2014 başında yine IFREMER'e ait 1936'da Kuzey Atlantik'te bir fırtınada batan gemisinin içinde bilim için canını vermiş olan Dr. Jean Charcot'nun gemisinin adını yaşatan “Pourquoi Pas?” araştırma gemisiyle yapılan yeni bir seferde, İmralı Adası güneyinde hiç bilinmeyen pek çok küçük faylar keşfettik (bunlar dolayısıyla Şekil 2'de gözükmemektedir). Bu adı taşıyan bir gemide araştırma seferi şefliği yapmak beni çok heyecanlandırdı. Kendi ülkemde böyle büyük insanların ve büyük olayların olmamış olmasına hayıflandım durdum. Sefere katılan Türk ekibinden (MTA, İzmir 9 Eylül ve İTÜ) bir çok kimse ne Dr. Charcot'yu ne de talihsiz gemisi “Pourquoi Pas?”yı duymuştu. Daha ilkokuldayken okuduğum Faik Sabri Duran'ın, yanımda götürdüğüm ve 1947 tarihli “Kaşifler Alemi” adlı enfes kitabından onlara hem geminin hem de Dr. Charcot'nun resimlerini gösterdim. Yeni Pourquoi Pas?'da eskisinin ve onun şehit bilim adamı sahibinin bir tablosu var. Onun önünde Türk grubu olarak resim çektirdik.
Yukarıda anlatılan tüm bu araştırmalardan pek çok uluslararası bilimsel yayın türedi. Artık hiç kimse İstanbul'u bekleyen deprem felaketi konusunda doğa biliminin, doğa bilimcilerinin ve mühendislerin üstlerine düşeni yapmadığını söyleyemez. Ancak sosyal cephede ne yazık ki durum bunun tam tersidir.
1999 depremlerinden bu yana deprem sosyolojisinde neler yapıldı?
Bu konuda ilk ele almak istediğim konu, Türkiye'yi ve İstanbul'u yönetenlerin neler yaptıkları ve bunların halka nasıl yansıdığıdır.
Her şeyden önce, halk deprem tehlikesi konusunda sistematik bir şekilde bilgilendirilmemiştir. Mesela okullarımızda evvelce bulunan ve daha sonra kaldırılan jeoloji dersi tekrar konmamış, coğrafya eğitimindeki inanılmaz kalitesizliğin giderilmesi için tek bir adım atılmamıştır. Zaten elde bu konuları hakkıyla işleyebilecek öğretmen sayısı ihtiyaca cevap verebilmekten çok, ama çok uzaktır.
Belki de gelmiş geçmiş en büyük jeolog olan Eduard Suess 1901 senesinde emekli olduğu zaman, yaptığı veda konuşmasında öğrencilerine ve genç meslektaşlarına şunları söylemişti: “Zamanımızın en önemli getirilerinden biri doğa bilimlerinin etkilerinin toplum yaşamında giderek daha çok hissedileceğidir. Bu da doğa bilimciye bilimsel sorumluluğunun yanında bir de ahlaki sorumluluk yüklemektedir. Bu her iki sorumluluğun bilincinde olarak gelecekte insan yaşamında kendinize yakışacak onurlu bir yer edinmelisiniz".
Benim bu küçük notumun bir amacı da tüm bilim insanlarımıza ve öğretmenlerimize sırtımızdaki bu büyük sorumluluğu hatırlatmaktır. Bilimsel ve ondan türeyen ahlaki sorumluluğunuz gereği sesinizi yükseltmekten çekinmeyiniz. Nasıl olsa bir iş bulursunuz, nasıl olsa sorumluluğunuz gereği yaptığınız bir iş için aldığınız cezadan eninde sonunda aklanırsınız. Değerlerinizin, evrensel uygarlığın kıstaslarıyla belirlenmesi gerektiğini unutmayın. Ama görevinizi yapmadığınız takdirde gelecek nesillerin lanetinden korkun.
* Bu yazı, İTÜ Vakfı Dergisi'nin 67. sayısından alınmıştır.
Değinilen yayınlar:
- Şengör, A. M. C, Tüysüz, 0., imren, C., Sakınç, M., Eyidoğan, H., Görür, N, Le Pichon, X. ve Rangin,C.) The North Anatolian Fault: A new look: Annual Review of Earth and Planetary Sciences, cilt 33, ss. 37-112.
- Şengör, A. M. C, Grall, imren, C, Le Pichon, X. Görür, N., Henry, P, Karabulut, H. ve Siyako,M.) The geometry of the North Anatolian transform fault in the Sea of Marmara and its temporal evolution: implications for the development of intracontinental transform faults: Canadian Journal of Earth Sciences, cil!. 51, ss. 1-21 (J. Tuzo Wilson özel sayısı) .